Öfkeli biri değildim ben.
Ama son zamanlarda sabrımın en küçücük şeylerde hızlıca taştığını, İngilizcede denildiği gibi, dünyayı kıpkırmızı görmeye başladığımı hissediyorum.
“İnsanı en çok yaralayan şey fiziksel acı değil, haksızlığın, mantıksızlığın verdiği ruhsal ıstıraptır” diyor nörolog ve psikiyatr Victor Emil Frankl. Çok doğru. Özellikle de empati duygunuz yüksek bir insansanız en küçücük bir haksızlığın karşısında paramparça olabiliyorsunuz.
Yalnız olmadığımı biliyorum.
Hepimiz önümüzde oynanan oyunlar, yapılan onca adaletsizlik, keyfi kararlar ve en temel insan hakları ihlalleri karşısında önce isyan ediyor sonra bir şeyleri değiştirememenin verdiği öfkeyi içe atıyor, orada çürüyor, çürütüyoruz.
Kimimiz mazoşizmin sınırlarında yüzerek kötülüğün vücut bulmasını seyrediyor, bir şey yapamamanın getirdiği suçluluk duygusuyla daha da diplere iniyoruz. Kimimiz haber seyretmeyi ya da okumayı keserek kaçıyoruz. (Arada çok güzel çiçekler ve metalik böcekler görebiliyorsunuz).
Kimileri konuyu tamamen kapatıp kendini işine verebiliyor. Shakespeare ya da Newton kendi yaşadıkları pandemilerde onlarca oyun ve şiir yazıp önemli icatlarını yapmışlar mesela. Biz dizi izliyoruz. Siz en son hangi seriye takıldınız?
Filmlerde kötü karakterler hep kahkaha atar. Bunun neden olduğunu hiç düşündünüz mü? Sadece basit bir Hollywood klişesi değildir. Kötü kahramanlar genellikle narsist ve bencildirler. Çocuk kalmış bir tarafları vardır, kendilerinde suç bulmazlar. Ahlaki sorunsalları tartıya yatırmazlar. Başkalarına yaptıkları zulüm onları kötü hissettirmez, tam tersine sadistçe zevk alırlar. Meşhur kahkahaları bu narsisizmden beslenmiş sadizmin dışavurumudur. Joker’in insanları tararken hüzünlü ve mahcup olduğunu, “ben ne yaptım şimdi” diye hayıflandığını düşünebilir misiniz? Hayır. Raskolnikov’un içinde kopan fırtınalar bu tür kötülerde kopmaz. Biz de ak ve karayı rahatça birbirinden ayırır, beyninde bir problem olan psikopat ya da sosyopat kişileri, empati duygusunu yitirmiş hissiz kötücül karaktere kahkaha attırarak kendimizden ayırırız.
Öfkeden nasıl geldik buraya, şöyle: şimdi ben bütün bu olup bitene tanıklık ederken bazı şeylerin beni daha da tetiklediğini fark ettim. Kötülerin kahkahası bunlardan biri. Olup biten karşısında yüzsüzce pişmiş kelle gibi gülenleri gördükçe içimdeki öfke kabarıyor. Her gün en az bir kadın öldürüldüğünü biliyoruz mesela. Kadınların aileleriyle konuşunca, polise, hakime, valiye vs. şikayet ettik, yüzümüze güldüler diyenlerin sayısı o kadar çok ki. “Kadının dırdırından adamcağız kızmıştır, olur böyle şeyler, aile bölünmez” dedikten sonra kadının öldürüldüğüne kaç kez tanıklık edeceğiz? Sonra da katil duruşmada kravat taktı diye cezai indirim uygulandı mı, tamam.
Başka bir örnekten gideyim. Yapılan her tür hırsızlık, talan, doğa katliamı, hak ihlali, cinayet…kısacası olağan şüphelilerin her gün ortaya dökülen işlerinin gülerek anlatılması ya da kimilerinin ekranlara çıkıp mağduru oynaması, üstüne bir de mütebessim bir şekilde karşı tarafı suçlayıp üste çıkması…bunları görünce karşımda Yıldız Savaşlarındaki İmparator Palpatine’nin yüzünü görüyor, “kral çıplak” diye haykırma dürtüsüyle çalkalanıyorum. Sonuçta kendi küçük dünyamda dağlara küsüyor, olmadığım kadar kızgın bir kadına dönüşüyorum. Ne değişiyor?
Tekrar tekrar geldiğim nokta şu: Onlar öfkeli. Ben onlar gibi olmak istemiyorum. Onlar gibi olmak en büyük ceza. Dolayısıyla bir şeyi değiştirmem lazım. Bir günde Zen Budist rahibesine dönüşüp sakinleşemeyeceğim kesin. Ne kadar meditasyon yaparsam yapayım mütecaviz yüzleri görünce içimdeki öfke kabarcıkları patlıyor. Ama Mark Twain’in dediği gibi öfke öyle bir asit ki dökülen yerden çok insanın kendisini yakıyor. Üstelik öfkenin doğurduğu intikam isteği de bir o kadar tehlikeli. Monte Cristo kontu kesilmeyeceğime göre başka bir bakış açısı geliştirmeliyim. İlahi adalete mi havale etsem? Karmanın bumerang gücüne mi inansam? Keşke. Ama pek kesmiyor. Serin Stoacı feylesoflar doğru adres olabilir, bir doz Marcus Aurelius hep iyi gelmiştir. Başka bir Stoacı olan siyasetçi ve düşünür Seneca’nın De Ira (Hiddet) isimli eserine de girebilirim. 2000 yılda çok şeyi değişmediğine tanıklık etmek iyi mi kötü mü bilemedim gerçi. Galiba en iyi formülü annem bulmuştu: kendini kötü hissettiği zamanlarda müzikal Hint filmlerinden bir sahne izler ya da ciyak sesli bir parça dinler ve rahatlardı. Sinirleri gevşetmenin yolu onları daha da gerip gülmek iyi bir kaçış noktası aslında. Sonuçta kaçış mı, kaçış. İnsanın kendini koruması gerek!
Altın formülü bulabilmiş değilim. Öfkemi kontrol altına almaya çalışıyorum. Mesela dün akşam oğlumuz Antik Çağ antolojimi su dolu küvetin içine atınca ilk anda “inanamıyorum” diye bağırdım, evet. Ama sonra sırılsıklam olmuş tuğla gibi kitabı sudan çıkarıp 45 dakika boyunca kurutma makinasıyla kuruturken çok sakindim. Odysseus’a da bu yakışır zaten, sulu bir macera. Doğru bakış açısı bu sanırım. Espri anlayışını geliştirip bir şeylerin mikrodan başlayıp makronun değişeceğine inanmak. Değişim belki de bebek adımlarıyla gelecek. Ama gelecek. Buna inanmak istiyorum.
Ülkedeki gidişata seyirci kalan bir vatandaşın hislerinin tercümanı olmuşsunuz, elinize sağlık.
Ne kadar guzel ve ozgun birisin…Seni 10 yildan coktur taniyorum her yuzunu gordugumde yada yazini, heyecanlaniyorum…İyiki varsin Pelin